TAKSİRLE ÖLDÜRME – TAKSİRLE ÖLÜME SEBEBİYET VERME SUÇU
Ayberk Emirşah Gemici
Ana sayfa » TAKSİRLE ÖLDÜRME – TAKSİRLE ÖLÜME SEBEBİYET VERME SUÇU
Taksirle öldürme suçu 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 85. maddesinde düzenlenmiştir. Kusurun bir görünümü olan taksir ise Kanun’un 22/2. maddesinde tanımlanmıştır. Kanuni tanıma göre taksir, “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir”. Bir başka deyişle, taksir, kanunda suç tipinde yazılmış olan neticenin suç işleme kastı olmadan, öngörüsüzlük, tedbirsizlik veya dikkatsizlik sebebiyle meydana getirilmesidir[1]. Taksirle öldürme ise kısaca, ölüm neticesinin özen yükümlülüğüne riayet etmemek, dikkat ve ihtimam göstermemek suretiyle meydana getirilmesi olarak tanımlanabilir. Makalemizin konusunu oluşturan taksirle öldürme suçu ile Kanun’un 81. maddesinde düzenlenen kasten öldürme suçu arasında netice veya araç bakımından herhangi bir fark bulunmamakta olup, bunlar arasındaki fark manevi unsurdan doğmaktadır. Adından da anlaşılabileceği üzere, taksirle öldürme suçunda, kasten öldürme suçunun aksine failde öldürme kararı ve iradesi bulunmaz. Ancak, failin neticeyi gerçekleşmekte kastının bulunmaması her halde eylemin cezasız kalması sonucunu doğurmaz. Nitekim Kanun’da tanımlanan kusur kasttan ibaret olmayıp, bazı suçlar bakımından failde taksir düzeyinde kusur bulunmasının sorumluluk doğması için yeterli olacağı kabul edilmiştir. Bu suç, failin ölüm neticesine isteği ve iradesi dışında yol açtığı durumlarda, örneğin trafik kazasında yahut bir hekimin ameliyat yaptığı esnada gerçekleşen ölümler bakımından söz konusu olur.
Taksirle öldürme suçu ile korunmak istenen hukuki fayda genel olarak yaşam hakkı ve özel olarak da insan yaşamıdır[2]. Suçun konusunu da insan yaşamı teşkil eder. Yaşam hakkının korunması modern anayasaların ve uluslararası sözleşmelerin devlete yüklediği bir ödevdir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın pek çok ayrı maddesinde anılmakla birlikte, esasen 17. maddesinde yaşam hakkı tanınmıştır. Buna göre, “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir”. Bunun gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ikinci maddesinde de herkesin yaşam hakkının yasayla korunacağı ifade edilmiştir. İşte taksirle öldürme suçu, yaşam hakkının bilerek ve istenerek ihlal edilmesinin yanı sıra tedbir ve dikkatsizlik sebebebiyle de ihlal edilmesine engel olmak maksadıyla ihdas edilmiştir.
Taksirle öldürme suçunun düzenlenmiş olduğu 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 85. maddesinde ilk fıkrasında “taksirle bir insanın ölümüne neden olan kimsenin iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağı”, ikinci fıkrasında ise “dikkat ve özen yükümlülüğünü ihlal etmek suretiyle birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü le birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olunması halinde, failin iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacağı” hususları düzenlenmiştir. Bu halde, suçun basit halinin iki yıldan altı yıla kadar hapis cezasını, nitelikli halinin ise iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasını gerektirdiğini belirtelim.
Suçun Maddi Unsurları:
Fail ve Mağdur:
Taksirle öldürme suçu, mahsus (özgü) bir suç olmayıp, bu suç, herkes tarafından işlenebilen bir suçtur. Bir başka deyişle, bu suçun failinin, örneğin TCK’nin 257. Maddesinde öngörülen görevi kötüye kullanma, 250. Maddesinde düzenlenen irtikap veya 295. Maddesinde düzenlenen muhafızın görevini kötüye kullanması suçlarında olduğu gibi, failin bir kamu görevlisi veya tutuklu veya hükümlünün muhafaza veya nakli ile görevli kişilerden olması gerekmemektedir. Ancak taksirle öldürme suçunun ihmal suretiyle meydana getirilmiş olması halinde failin sözleşme, yasalar veya olağan yaşam kuralları ile belirli bir sorumluluk altında bulunması, yani “garantör” sıfatını haiz bulunması gerekir[3]. Bu suçun mağduru hakkında da fail hakkında yapılan açıklamalar geçerli olup, mağdur bakımından da herhangi bir özellik aranmış değildir. Bu suçun, gebeliğin kaçıncı ayı olduğu fark etmeksizin henüz anne karnında olup doğmamış bebeklere karşı işlenmesi mümkün değildir[4]. Nitekim hukukumuzda kişiliğin tam ve sağ doğumla kazanılacağı kabul edilmiştir. Nihayet, suçun zaten ölmüş olan kimselere karşı da işlenemeyeceğini belirtmek gerekir.
Fiil, Netice ve Nedensellik Bağı:
Kanun’un 85. Maddesinde düzenlenen ölüm neticesine yol açan ve dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılıktan doğan her türlü hareket bu suçun oluşmasına sebep olabilir. Bu halde, ölümü meydana getiren fiil ister icrai, yani yapma şeklinde; isterse ihmali, yani yapmama biçiminde gerçekleşsin, meydana gelen ölüm neticesiyle bir nedensellik bağına sahipse bu suç meydana gelir[5]. Ancak, taksirle öldürme suçu, bir netice (zarar) suçu olduğundan, failin hareketleri her ne olursa olsun ölüm neticesi meydana gelmemişse bu suç oluşmayacaktır. Bu suç bağlamında, fiilin hangi araçla gerçekleştirilmiş olduğu da önem taşımamakta olup, mezkûr suç serbest hareketli suçlardandır. Örneğin, alkollü olarak araç kullanan şahsın bir başkasına aracı ile çarparak ölümüne sebebiyet vermesi, yaşça küçük çocuğunu dağ tırmanışına götüren bir ebeveynin dikkatsizliği neticesinde çocuğun düşmek suretiyle hayatını kaybetmesi ve inşaat mühendisinin inşa edilen binada yaptığı yanlış hesaplama sebebiyle binanın çökmesi ve bu sırada binanın içinde bulunan kimselerin hayatını kaybetmesi hallerinde taksirle öldürme suçu oluşabilir. Ancak ölüm neticesini meydana getiren icrai veya ihmali hareketin ne olduğu ve gerçekleşme biçimi kusurun tespiti ve cezanın takdiri bakımından değerlendirilecektir.
Önceki paragrafta kısaca ifade etmiş olduğumuz gibi, suçun yapma veya yapmama biçimindeki davranışlarla meydana getirilmesi mümkündür. Ancak her iki halde de failin davranışı ile ölüm neticesi arasında illiyet bağının mevcudiyeti gerekir. Hareket ile sonuç arasında bulunan neden-sonuç ilişkisini ifade eden illiyet veya nedensellik bağı ise öğretide ve uygulamada çoğunluğun benimsemiş olduğu şart teorisine göre belirlenir. Buna göre, yapılan bir eylemin yapılmadığı veya yapılmayan bir eylemin yapıldığı takdirde ölüm neticesinin meydana gelmesinin engellenebileceği kabul edilebiliyorsa şart teorisi uyarınca eylem veya eylemsizlik ile netice arasında nedensellik bağının varlığı kabul edilmelidir. Örneğin, trafikte kırmızı ışığa riayet etmeyen bir sürücünün kaldırımdan karşıya geçen yayaya çarparak ölümüne neden olduğu bir durumda, eğer fail kırmızı ışıkta geçmeseydi ölüm gerçekleşmeyecekti denilebilir. İşte bu halde şart teorisi uyarınca eylem ile netice arasında bir nedensellik bağının bulunduğundan söz edilir. Yapmama (ihmali) harekete ise, mide ağrısı şikâyeti ile iç hastalıkları veya gastroenteroloji bölümüne giden bir hastanın yeterli tetkikler yapılmaksızın taburcu edilmesi ve daha sonrasında hastanın mide kanaması sebebiyle yaşamını kaybetmesi örneği verilebilir. Bu durumda da eğer hekim gerekli tetkikleri yapsaydı hastanın yaşamının kurtulabileceğine ilişkin ciddi bir inancın varlığı halinde hekimin eylemsizliği ile netice arasında nedensellik bağının varlığından söz edilir. Ciddi bir inançtan maksat, yapılmayan hareketin yapılması halinde ölümün gerçekleşmeyeceği hususunun kesine yakın bir olasılıkla mümkün olmasıdır[6].
Suçun Manevi Unsurları:
Taksirle öldürme suçunun manevi unsurunu 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 22. maddesinde düzenlenen taksir oluşturmaktadır. Anılan maddede taksir, basit ve daha ağır ceza verilmesini gerektiren bilinçli taksir olmak üzere iki ayrı şekilde düzenlenmiş, bu hallere ayrı sonuçlar bağlanmıştır. Buna göre, basit taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun davranmamak sebebiyle, bir davranışın suçun kanuni tamınında belirtilen neticesi öngörülmeyerek işlenmesidir. Bilinçli taksirde ise fail neticenin gerçekleşmesini istememekle birlikte, meydana gelebileceğini öngörmekte ancak yeteneklerine veya bir başka sebebe güvenmesi sebebiyle hareketi gerçekleştirmektedir. Bilinçli taksir halinde netice öngörülebilir olduğundan kusurun basit taksir haline nazaran daha yoğun olduğu açıktır. Bu sebeple kanunkoyucu, bilinçli taksir halinde taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarısına kadar artırılabileceğini hüküm altına almıştır (TCK m.22/3). Bu halde, taksirin dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık ile oluşan neticenin öngörülmemesi biçiminde iki unsurdan meydana geldiği söylenebilir. Aşağıda, bu unsurlara ilişkin açıklamalar yapılmıştır.
Dikkat ve özen yükümlülüğünün kanunlar ve yönetmelikler gibi yazılı hukuk metinlerinden, sözleşmelerden, mesleki kurallardan ve genel kabul görev davranış kuralları gibi çeşitli kaynaklardan doğabileceği kabul edilmektedir[7]. Dikkat ve özen yükümlülüğü biçiminde daha geniş bir biçimde ifade edilen yükümlülük, mülga 765 Sayılı Ceza Kanunu’nun 455. Maddesinde “tedbirsizlik, dikkatsizlik, meslek ve sanatta acemilik veya nizamlara, emirlere ve talimata riayesetsizlik” olarak ifade edilmekteydi. Esasen öğretide de haklı olarak ifade edilmiş olduğu gibi, 765 Sayılı Kanun’da benimsenen kavramlar ile 5237 Sayılı Kanun’da benimsenen kavram arasında anlamsal bir fark bulunmamaktadır[8]. Ancak, 5237 Sayılı Kanun’da benimsenen dikkat ve özen yükümlülüğü ifadesinin daha kapsayıcı olduğu ve yenilenen ve değişen kanuni düzenlemeler, ilişkiler ve düzen nazara alındığında uygulanma kabiliyetinin daha yüksek olduğu, bu yönüyle olumlu bir değişiklik olduğu kanaatindeyiz.
İş kazalarının önlenmesi için 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nda öngörülen tedbirler, 3213 Sayılı Maden Kanunu’nda öngörülen ve maden sahasında alınması gereken tedbirler, 3194 Sayılı İmar Kanunu’nun 34. Maddesinde öngörülen yol sınırına yakın yapılan inşaatların etrafının kapatılması biçimindeki tedbirler dikkat ve özen yükümlülüğünün yazılı normlardan kaynaklandığı örneklerdendir. Sözleşmeden doğan yükümlülüklere ise yaşça küçük çocuğun yüzme kursuna kaydedilmesi halinde öğretmenin veya diğer bir sorumlunun üstlenmiş olduğu veya bir hastabakıcının üstlenmiş olduğu dikkat ve özen yükümlülüğü örnek verilebilir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, taksirle öldürmeye yol açan eylemi meydana getiren failin kanunlarda veya diğer hukuk kaynaklarına yazılı bir normun ihlal etmesi, her halde failin taksirle öldürmeden sorumlu tutulmasını şart koşmaz. Ayrıca ölüm neticesinin ihlal edilen norm nedeniyle gerçekleşmiş olması, bir başka deyişle davranış ile netice arasında illiyet (nedensellik bağı) bulunması gerekir. Örneğin, bir olayda sürücü belgesi (ehliyet) ve tecrübesi olmaksızın araç kullanırken mağdura çarpıp ölümüne neden olduğu olayda, Yargıtay, sanığın yalnızca ehliyetsiz ve tecrübesiz olmasının bilinçli taksirin koşullarını oluşturmadığına, bir başka olayda da sanığın güvenli sürüş yeteneğini kaybettiğine ilişkin herhangi bir delil olmaksızın, sırf alkollü olması sebebiyle bilinçli taksirin varlığından söz edilemeyeceğine hükmetmiştir[9]. Taksirli hareket ile netice arasında nedensellik bağlantısının kurulmasından sonra ayrıca failin suçtan dolayı sorumlu tutulup tutulamayacağına ilişkin bir değerlendirme daha yapılır. Bu değerlendirmeye objektif isnadiyed ismi verilir. Bu hususta daha detaylı bilgiye “Türk Ceza Hukukunda Nedensellik Bağlantısı ve Objektif İsnadiyet (Yüklenebilirlik) Kuramı” adlı makalemizden ulaşabilirsiniz.
Bazı hallerde ise dikkat ve özen yükümlülüğü herhangi bir yazılı kaynaktan değil toplumun tecrübelerin bir birikiminden, genel kabul görmüş ilkelerden doğmaktadır. Bu hususa, çocuklarını tehlikeli bir yerde yalnız bırakan, dini inançları sebebiyle hasta olan çocuklarını doktora götürmeyen ebeveynlerin[10], doğal gaz kaçağını çakmak ile kontrol eden bir tamircinin veya düzenlediği bir etkinlikte oluşabilecek muhtemel tehlikeleri katılımcılara bildirmeyen organizatörün durumu örnek olarak gösterilebilir. Her halde, fail ölüme yol açan fiili gerçekleştirirken dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun davranmış olduğunu, tedbirle hareket ettiğini ispat ederse meydana gelen neticeden sorumlu tutulmaz. Bu hususta ayrıca, yapma veya yapmama şeklindeki davranışın dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun olup olmadığının belirlenmesinde sıradan, makul ve ortalama zekâ düzeyine sahip bir insanın davranışının esas alınacağı ifade edilmelidir. Bir başka ifadeyle, eğer ölüme yol açan yapma biçimindeki davranışın makul ve sıradan bir insandan yapmaması beklenen bir davranış olması veya yapmama biçimindeki davranışın makul ve sıradan bir insanın yapması beklenen bir davranış olması halinde dikkat ve özen yükümlülüğünün ihmal ve ihlal edildiği anlaşılmalıdır.
Ancak dikkat ve özen yükümlülüğü bulunan kimsenin sıradan ve makul bir kimseye nazaran üstün yetenek, bilgi, görgü ve tecrübeye sahip olması halinde bu özellikleri de dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlal edilip edilmediğini tespitte nazara alınır[11]. Nitekim örneğin maden sahalarında alınacak tedbirler hususunda bir maden mühendisinin, maden sahası güvenliği bakımından işçilere göre daha çok bilgi ve tecrübe sahibi olduğu açık olduğundan, mühendise yüklenen dikkat ve özen yükümlülüğünün işçilere yüklenene göre daha yüksek olması şaşırtıcı değildir.
Son olarak, birden çok kimsenin taksirli hareketler gerçekleştirmek suretiyle bir ölüm neticesini meydana getirmesi halinde bu kimselerin her birinin kendi kusurundan dolayı sorumlu olacağı, bu sebeple, her bir fail hakkında dikkat ve özen yükümlülüğü bakımından ayrı bir değerlendirme yapılarak taksire ilişkin sorumluluk belirlenmelidir[12].
Taksirin ikinci unsuru olan neticenin öngörülmemesi, failin makul bir insan tarafından öngörülebilecek olan neticeyi öngörememesini ifade etmektedir. Gerçekten, bir sonucun hiç kimse tarafından öngörülebilir olmadığı, ani ve beklenmeyen durumlardan dolayı taksirle hareket eden failin ortaya çıkan tipik neticeden dolayı suçlanması mümkün değildir. Zaten bu hallerde taksir değil, kaza ve tesadüfler söz konusu olur. Bu halde, taksir hükmünün uygulanması için fiil ile meydana gelen neticenin ortalama bir insan tarafından öngörülebilir olması, ancak failin bu neticeyi dikkatsizliği veya tedbirsizliği sebebiyle öngörememiş olması ve neticeyi meydana getirmesi gerekir. 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 22/3. Maddesinde düzenlenen bilinçli taksir halinde ise fail neticeyi öngörmesine rağmen suç işleme kastının bulunmamasında söz konusu olur.
Kusur:
Failin gerçekleştirmiş olduğu davranışın, yukarıda açıklamış olduğumuz tipikliğin maddi ve manevi unsurlarını taşıması halinde haksızlığın varlığı yönünde bir karine kabul edilebilir. Ancak bir eylemin haksızlığı, onu meydana getiren failin cezalandırılabilmesi için tek başına yeterli değildir. Bunun için, failin meydana getirmiş olduğu davranışta kusurlu olması ve onun yaptığı fiil sebebiyle kınanabilmesi, bir başka deyişle kusurun faile yüklenebilmesi gerekmektedir. Failin, meydana getirdiği eylem sebebiyle kınanabilmesi için öncelikle kusur yeteneğine sahip olması gerekir. Kusur yeteneği, genel olarak, failin bir eylemi iradesi doğrultusunda yapabilmesi, onu yönlendirebilmesi ve sonuçlarını öngörebilmesi olarak ifade edilebilir. Bu yeteneğe sahip olmayan failler, gerçekleştirmiş oldukları eylemler haksızlık taşısa dahi cezalandırılamazlar. Bu hallere, 5237 Sayılı Kanun’un 31/1. maddesinde düzenenlenen “fiili işlediği sırada oniki yaşını doldurmamış çocukların ceza kovuşturması yapılamayacağına ilişkin” yaş küçüklüğü ve akıl hastalığı sebebiyle işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kimseye ceza verilemeyeceğine ilişkin 32. maddesi örnek verilebilir. Failin kusurlu eylemi sebebiyle cezalandırılabilmesinin bir diğer şartı ise failin suç teşkil eden hareketi meydana getirirken kusurluluk bilincine sahip olmasıdır. Kusurluluk bilinci, dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlal edildiğine ilişkin bir bilinci ifade eder. Bu bilinç, basit taksir halinde olması gereken bilinçtir. Yani fail dikkat ve özen yükümlülüğünü bilmesi gereken ve bilebilir durumda olmalıdır, Bilinçli taksir halinde ise fail hareketinde dikkat ve özen yükümlülüğünü ihlal ettiğini zaten bilmekte veya bildiği kabul edilmektedir. Örneğin Yargıtay, sanığın av tüfeğini aracın arka koltuğuna bırakmaya çalırşırken tüfeğin patlayarak araç şoförünün ölümüne yol açtığı olayda sanığın av tüfeğinin patlayıp maktülü öldürebileceğini öngörmesine rağmen eylemini devam ettirdiği ve istemediği halde ölümün gerçekleştiği gerekçesiyle bilinçli taksirle öldürme suçundan cezalandırılması gerektiğine hükmetmiştir[13]. Nihayet, bilindiği üzere Kanunumuzda kusurluluğu azaltan ve ortadan kaldıran sebepler düzenlenmiştir. Failin, suçu meydana getirirmesinin bu sebeplerden doğduğu hallerde, somut olayda uygun olduğu ölçüde failin kusursuz olduğu kabul edilecektir. Kanun’da öngörülen kusurluluğu ortadan kaldıran veya azaltan sebepler hakkında detaylı bilgi edinmek için, blog kısmında bulunan “5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu Bağlamında Kusurluluğu Ortadan Kaldıran Haller” başlıklı makalemizi inceleyebilirsiniz.
Özel İçtima Hükmü:
Türk Ceza Kanunu’nun taksirle öldürme suçunu düzenleyen 85. Maddesinin ikinci fıkrasında cezanın artırılmasını gerektiren özel bir içtima kuralı öngörülmüştür. Buna göre, fail taksirli fiiliyle birden fazla kimsenin ölümüne yol açmışsa veya bir ya da birden fazla kimsenin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuşsa hakkında iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunacaktır. İlgili fıkra uyarınca iki halde bu içtima kuralı uygulanır. Bunlardan ilki, taksirli hareketin birden çok kimsenin ölümüne yol açmasıdır. Örneğin, alkollü araç kullanan sürücünün çift şeritli gidiş-geliş yolunda aksi yöne geçerek gelen araca çarpması ve bu aracın içerisindeki iki veya daha fazla kişinin hayatını kaybetmesi halinde bu içtima hali uygulanır. Kuralın uygulanacağı ikinci durum ise failin taksirli hareketiyle bir ya da birden çok kişinin ölümüne yol açmasıyla birlikte bir veya birden çok kişinin de yaralanmasına yol açmasıdır. Bu ikinci halde ise taksirli hareketin asgari olarak bir kişinin ölümüne ve en az bir kişinin de yaralanması söz konusudur.
İlgili fıkrada düzenlenen halin uygulanması bakımından failin taksirli davranışıyla bir veya birden çok kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden çok kişinin de yaralanması halinde şikâyet şartının bulunması gerekip gerekmediği hususu tartışılmıştır. Bilindiği üzere, Kanun’un 89/5. maddesinde taksirle yaralama suçunun kovuşturulmasının mağdurun şikâyetine bağlı olduğu öngörülmüştür. O halde, failin taksirli fiiliyle bir veya birden çok kişinin ölümünün yanı sıra bir veya birden çok kişinin de yaralanması halinde maddenin uygulanabilmesi için taksirle yaralama suçları bakımından şikâyetin varlığı şart mıdır? Bu konu hakkındaki baskın görüş, ilgili içtima kuralının uygulanması için taksirle yaralama suçu bakımından şikâyetin bulunması gerektiği yönündedir[14]. Göktürk’e göre, ilgili fıkrada düzenlenen suç bağımsız bir suç tipi veya bileşik suç olmayıp, fikri içtimanın özel bir görünümünü teşkil etmektedir. Yazara göre, taksirle öldürme ve taksirle yaralama suçları bağımsız bir niteliğe sahip olup, hüküm yalnızca ceza yaptırımını belirlemekte, bu ise muhakeme şartı olan şikâyet koşulunun gerekliliğini ortadan kaldırmamaktadır. Keza Yargıtay’ın da aynı görüşte olduğu bilinmektedir. Bir diğer görüşe göre ise, kanun koyucu, anılan içtima hükmüyle suçun ortaya çıkardığı neticenin nasıl cezalandırılacağını özel olarak düzenlemiş, ilgili maddede failin bu netice sebebiyle cezalandırılabilmesi için şikâyet şartı aranmamış ve bu hususta uygulamaya herhangi bir takdir yetkisi tanınmamış olduğundan bu içtima hükmünün uygulanması bakımından taksirle yaralama hakkında şikâyetin varlığı aranmamalıdır[15]. Kanaatimizce TCK m.85/2 hükmü her ne kadar neticenin nasıl cezalandırılacağını kesin olarak düzenlemişse de Kanun’un da yer alan diğer içtima düzenlemelerinde de “şikâyet” koşuluna ilişkin herhangi bir düzenlemenin bulunmaması ve bunun diğer içtima düzenlemeleri ile uyumlu olması, anılan hükümde TCK’nin 104/2. Ve 142/4. Maddelerinin aksine, yaralama suçu bakımından şikâyet koşulunun aranmayacağına ilişkin herhangi bir ibarenin bulunmaması, düzenlemenin muhakeme koşuluna değil, salt cezanın toplanmasına ilişkin olması sebepleriyle anılan düzenlemenin muhakeme koşulu olan şikâyet şartını ortadan kaldırmayacağı kanaatindeyiz. Ancak bu tartışmanın basit tıbbi müdahaleyle giderilebilecek olan yaralanmalar dışında “bilinçli taksir” bakımından uygulanmayacağını, nitekim bu suçun takibinin şikâyete bağlı olmadığını belirtelim (TCK m.89/5).
Şahsi Cezasızlık ve Cezada İndirim Nedeni (TCK m.22/6)
Kanun’un 22/6. Maddesinde taksirli suçlar bakımından bir şahsi cezasızlık ve cezada indirim yapılmasını gerektiren bir sebep öngörülmüştür. İlgili maddeye göre, “Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir”.
Kanun’un lafzından da açıkça anlaşılabileceği üzere, kanunkoyucu, taksirle meydana gelen bazı suçlar sebebiyle meydana gelen neticelerin fail bakımından da mağduriyet doğurabileceği, kendisinde büyük bir elem ve acıya neden olabileceği halleri de göz önüne alarak şahsi cezasızlık ve cezada indirim yapılmasını gerektiren bu sebebi düzenlemiştir. Madde bağlamında, şahsi veya ailevi durum bakımından oluşan ağır mağduriyetin cezasızlık sebebi olarak kabulü, ancak basit taksir halinde mümkündür. Bilinçli taksir durumunda meydana gelen mağduriyet ise cezanın indirilmesini gerektiren bir sebep olarak düzenlenmiştir.
Anılan şahsi cezasızlık ve cezada indirim yapılmasını gerektiren sebep, taksirle öldürme suçu bakımından failin, taksirle bir aile ferdini, yakınını veya sıkı bir ilişki içerisinde bulunduğu kimseleri öldürdüğü hallerde söz konusu olmaktadır. Bu hallere, örneğin, dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun davranmamak suretiyle yaşı küçük çocuğu boş bırakarak yola atlaması sonucunda ölümüne sebep olan aile fertlerinin veya arabayı trafik kurallarına aykırı olarak kullanarak kaza yapmış olması sebebiyle araçta bulunan aile fertlerinin ölümüne yol açan şoförün durumunda rastlanılabilir.
Bu cezasızlık sebebinin uygulanması için iki unsurun varlığı gerekir. Bunlar; neticenin yol açtığı mağduriyetin münhasıran failin şahsi veya ailevi durumuna özgü olması ve failin ceza verilmesini gereksiz kılacak düzeyde mağdur olmasıdır. Neticenin yol açtığı mağduriyetin yalnızca, münhasıran failin şahsi veya ailevi durumuna mahsus olması, failin taksirle meydana getirdiği eylemin yalnızca fail bakımından mağduriyet doğurmasını şart koşmaktadır. Bu sebeple, failin taksirli hareketiyle aile bireylerinden birinin yanı sıra olay esnasında tesadüfen orada bulunan veya faille herhangi bir güçlü bağı olmayan bir başka kimsenin de ölümüne yol açması halinde bu şahsi cezasızlık nedeni uygulanmaz. Nitekim bu halde neticenin yalnızca failin şahsi veya ailevi durumu bakımından mağduriyet meydana getirdiğinin söylenmesi mümkün değildir.
Taksirle Öldürme Suçu Sebebiyle Maddi ve Manevi Tazminat:
Taksirle öldürme suçu, borçlar hukuku anlamında bir haksız fiil teşkil etmektedir. Haksız fiilden doğan maddi ve manevi tazminat davaları 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 49. ve takip eden maddelerinde düzenlenmiştir. Kanunda bir haksız fiilin ölüm sonucunu meydana getirmesi sebebiyle meydana gelecek maddi tazminat sorumluluğu 53. Maddede özel durumlar başlığı altında düzenlenmiştir. Buna göre, ölüm halinde meydana gelen zararlar “cenaze giderleri, ölüm hemen gerçekleşmemişse tedavi giderleri ile çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar ve ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradığı kayıplardır”. Kanun’da sayılan tedavi ve cenaze giderleri deyimi açıkça anlaşıldığından bu konularda açıklama yapma lüzmu görmüyoruz. Çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar ise uğradığı haksız fiil sonucunda yaralanarak, tedavisi süresince mesleğini sürdüremeyecek olan, bu sebeple de mağdurun haksız fiil tarihinden ölüm tarihine dek gelirinde azalma olduğu hallerde söz konusu olur. Örneğin, haksız fiil sonucu bir cerrahın kolundan yaralanması ve işlev kaybı, keza bir pilotun gözünden yaralanması bu durumlara örnektir. Tazminat miktarı olayın koşullarına, çalışma gücündeki azalmaya ve gider kaybı gibi hususlara göre hâkim tarafından takdir edilecektir. Ölenin desteğinden yoksun kalan kimselerden maksat ise, ölenin hayattayken yaşam, eğitim, sağlık ve öğrenim giderlerini karşıladığı kimselerdir. Bu kişilere örnek olarak ölenin annesi, babası, çocukları ve eşi verilebilir. Ancak, kanunda destekten yoksun kalan kimseler bakımından sınırlayıcı bir sayım yapılmış değildir. Bu halde, örneğin, ölenin öğrenim bursu verdiği herhangi bir kimsenin de tazminat talep edebilmesi mümkündür. Burada, ölenin çocuğunun üniversite öğrenimine devam etmesi kaydıyla reşit olmasının da tazminat talep edilmesine engel olmadığını ifade etmek gerekir. Nitekim Yargıtay 17. Hukuk Dairesi bir kararında üniversite öğrencisinin destekten yoksun kalma süresinin 18 değil, 25 yaşına kadar olduğuna hükmetmiştir[16]. Manevi tazminat ise, aynı kanunun 56. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, haksız fiilin ölüm neticesine yol açtığı hallerde ölenin yakınlarına lehine uygun bir tazminata hükmedilebilir (m.56/2).
Belirtmek gerekir ki, haksız fiilin meydana gelmesine mağdurun kusurunun da yol açmış olduğu hallerde tayin edilecek tazminat miktarının indirilmesi gerekir. Nitekim Kanun’un 51. Maddesinde hâkimin tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini durumun gereğini ve kusurun ağırlığını gözeterek belirleyeceği, 52. Maddesinde ise zarar görenin zararı doğuran fiile razı olduğu veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olduğu veya tazminat yükümlüsünün (failin) durumunu ağırlaştırdığı hallerde tazminatın indirilebileceği veya kaldırılabileceği düzenlenmiştir. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi de bir kararında zarar görenin de zararın meydana gelmesinde kusurunun bulunması halinde uygun bir indirim yapılması gerektiğini vurgulamıştır. İlgili karara göre, “Somut olayda davacıların desteği motosiklette yolcu olup kask takıp takmadığı dosya kapsamından anlaşılamamaktadır. Otopsi raporunda ise davacıların desteğinin ölüm sebebi kafa travmasına bağlı olarak değerlendirilmiştir. Davalılar vekili, kask takılmaması nedeniyle müterafik kusur indirimi yapılması gerektiği savunmasında bulunmuştur. Bu itibarla, davalının savunması üzerinde durularak mahkemece desteğin müterafik kusurun varlığı ve indirim yapılması gerekip gerekmediğinin irdelenip tartışılması, müterafik kusur oluşturduğunun kabul edilmesi halinde tazminattan %20 oranında indirim yapılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir”.
Netice:
Yukarıda detaylı biçimde izah etmiş olduğumuz üzere, taksirle öldürme veya taksirle ölüme sebebiyet verme suçu ile korunan hukuki değer yaşam hakkı, suçun konusu da insan yaşamıdır. Bu suçta, fail her ne kadar kasıtlı hareket etmemekte ise de toplu yaşamın kabul görmüş kuralları uyarınca herkes, davranışlarında dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun hareket etmek zorundadır. Aksi halde, bir kusurun varlığı söz konusu olur ve kusuru ile bir zarara sebebiyet veren failin bu kusurlu hareketi dolayısıyla cezalandırılması tabi bir sonuçtur. Basit taksirle ölüme sebebiyet verme suçunun cezası “iki yıldan 6 yıla kadar hapis” cezasıdır. Taksirle birden çok kişinin ölümüne veya bir veya birden çok kişinin ölümüyle birlikte bir veya birden çok kişinin yaralanmasına yol açılması halinde ise “iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası öngörülmüştür. Faile verilecek ceza, olay hakkındaki delillerin değerlendirilerek faillik durumunun belirlenmesi, olayda herhangi bir hukuka uygunluk nedeninin veya kusurluluğu azaltan ya da ortadan kaldıran bir nedenin bulunup bulunmadığının tespit edilmesinin ardından mümkün olacaktır. Bu suçun meydana gelmesi halinde ölenin yakınları, cenaze giderlerini, ölüm hemen gerçekleşmemişse tedavi giderlerini, çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıpları ve ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradığı kayıpların tazmin edilmesini isteme hakkına sahiptirler. Keza durum ve şartlar uyarınca ölenin yakınlarına manevi tazminat ödenmesine de hükmedilebilir.
[1] ÇİFTCİOĞLU, C.T., “Türk Ceza Hukukunda Taksir”, Ankara Barosu Dergisi: 2013 (3), s.321;
[2] YILDIZ, A. K., “Taksirle Öldürme”, Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C: VIII, S 2, (2013), s.257-260.
[3] TEZCAN/ERDEM/ÖNOK, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku (15.Bs), Seçkin, 2017, Ankara, s.205.
[4] YILDIZ, , “Taksirle Öldürme”, s.262.
[5] DÖNMEZER, S., Ceza Hukuku Özel Kısım (9. Bs.), Sulhi Garan Matbaası Koll. Şti., İstanbul 1974, s.55; TEZCAN/ERDEM/ÖNOK, s.206.
[6] TEZCAN/ERDEM/ÖNOK, s.207.
[7] GÖKCEN, s.27.
[8] ÇİFTCİOĞLU, s.335; GÖKCEN, s.25.
[9] TEZCAN/ERDEM/ÖNOK: Yar. 12. C.D., 19.03.2012, 12696/7562 (Akt: Elmacı); Yar. 12. C.D., 29.04.2013, 28691/11610.
[10] DÖNMEZER, s.57.
[11] TEZCAN/ERDEM/ÖNOK, s.210; GÖKCEN, s.29.
[12]GÖKCEN, s.30.
[13] Yar. 1. C.D. 31.03.2014 T. 2014/572 E., 2014/2000 K.
[14] GÖKCEN, “Taksirle Ölüme Sebebiyet Verme (m.85)”, Beykent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C:4, S: 7 (2018), s.55; GÖKTÜRK, N., “Türk Ceza Kanununun 85. Maddesinin İkinci Fıkrasının Hukuki Niteliği ve Bağlantılı Sorunlar”, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C: XXVI, S: 4 (2022), s.260; TEZCAN/ERDEM/ÖNOK, s.209.
[15] YILDIZ, 273.
[16] Yar. 17. H.D., 2010/96 E., 2010/9013 K. sayılı ilamı.
Hızlı Menü
İletişim
© Her hakkı saklıdır. Gemici Avukatlık & Danışmanlık
Öneri, soru ve taleplerinizi iletişim formunu doldurarak bize iletebilirsiniz.